30 Kasım 2010 Salı

80 YAŞIMA GELMİŞİM

Öğrencim Beyza Bağcacı. Yazmış olduğu empati çalışmasını paylaşmak istedim. Yazısında kendisini 80 yaşındaki bir teyzenin yerine koyuyor. Cedric'e gönderme yapmasına bayıldım. Ne diyeyim, bu çocuklar harika:)


80 YAŞIMA GELMİŞİM
Ben zorluk çeken bir teyzeyim. Bir gün bayramdı. Çocuklar neşe içinde zillere basarak bayram kutlamaya geliyorlardı. Bir gün benim evime gelmişlerdi. Onları kendi torunlarım, kendi evlatlarım gibi kucakladım sonra şeker verdim. Çok sevindiler. Heee size ailemden bahsedeyim. Beş çocuğum var, iki torunum var. Çocuklarımın adı: Derya, Melda, Hülya, Berna, Musa. Torunlarımın adı: Arda, Ada. Onları çok seviyorum. Ama hepsi evli. Odamı tarif edeyim: yatağım var, bir adım ilerisinde camım var. Ama ona yürümek ölüm. Çünkü; belim ağrıyor, bacaklarım sızlıyor, kaburgalarım sanki kopacak. Evde ben yalnızım. Keşke torunlarım beni ziyaret etse, çocuklarım  da öyle.
Eğer çocuklarınız varsa kıymetini bilin. Çünkü onlar evlenirse onları çok özlersiniz. Eşim vefat etti. Bunları unutmayın.
80 yaşındaysanız hayat gerçekten çok zor!

28 Kasım 2010 Pazar

23 YAŞIMIN AKŞAMI

23 yaşımın akşamındayım. Bu akşam başka akşam. Ben on beş yaşıma geldiğimde annemin makyaj malzemeleri benim olacak diye heves ederken; şimdilerde aynada bir kadınla yüz yüzeyim.
Bir kız çocuğu annesinin eşyalarını nasıl kıskanır nasıl heves ederse onlara sahip olmayı; ben de öyle arzuluyordum büyük olmayı. Dün gibi hatırlıyorum aslında, tuvalet aynasının ( neden tuvalet aynası denir hiç anlamam, karşısında hep tuvalet mi giyilir ya da, neyse tamam çirkinleşmeyeceğim) karşısında, o küçük tabureye yani annemin deyişiyle pufa oturmuştum, içinde; biri bordo biri turuncu renkte iki ruj, kirpik kıvırma makası, pastel tonlara sahip bir göz farı, kapağı aynalı fakat bir türlü kapanmayan oldukça renkli bir makyaj seti, ojeler ve birkaç takı bulunan çekmeceyi karıştırıyordum. Hangisinin ne işe yaradığını adım gibi biliyordum aslında ama çocukluğumda sahip olduğum ve hala sahip olsaydım keşke diye hayıflandığım oldukça geniş bir hayal gücü ve yaratıcılıkla farklı bir şeyler denemeye karar vermiştim. Önce mutfaktaki annemin bana yetecek kadar bir süre boyunca yatak odasına uğramayacağından emin olmam gerekiyordu. Mutfağa gittiğimde annem soğan doğruyordu, bu demek oluyordu ki annemin en az yirmi dakikası var. Çünkü yemek yapmaya soğan doğramaktan başlardı annem ve işini bitirmeden mutfaktan ayrılmazdı. Odaya geçip ojelerden en parlak olanı seçmiştim ve tırnaklarıma değil dudaklarıma sürmüştüm bir güzel. Bana göre rengi tırnakta değil dudaklarda daha güzel duruyordu. Tam saç fırçasından mikrofon yapıp şarkılarımı seslendirmeye başlayacaktım ki; annemin çığlıklarıyla programım başlayamadan bitmişti. Şimdi aynanın karşısındayım, fırça yok elimde ama annem sesleniyor; “ hadi bir şarkı söyle” diye.
23 yaşımın akşamı. Küçükken kalın kapaklı romanları okumaya çalışırdım. Okurdum ama hiçbir şey anlamazdım aslında. Belki yirmi ya da otuz sayfa okuduktan sonra bırakırdım kitabı. İçindeki dünya bana çok yabancı gelirdi, anlamak için büyümem lazım diye düşünür, büyümek için anlamaya çabalardım. Okudum, okudum, okudum. Yıllar geçmiş, ben büyümüşüm; anlamadım.
Şimdi benim doğun günüm ya her şeyde bir parça ben arıyorum ve her şeyde bir parça hüzün nedense. Melankolik insanım, bilenler bilir. 23 yaşımın akşamı, birinin sonu; ötekinin başındayım.
Yeni yaşım belki yeni hayatım… Hayat! Sana fark atmaktayım!

23 Kasım 2010 Salı

ŞÜPHE


Bir hayal düşünün. Bir olmayan. O düş ki; siz onunla ilgilenmiyorken dört dönüyor etrafınızda, kulaklarınızı tıkamışken ona, o çığlık çığlığa. Küçük bir çocuk gibi eteğinizi çekiştiriyor durmadan, kurtulamıyorsunuz. Ne yapsanız içinde biraz da o var. En muhteşem anlarda başrolü paylaşıyor, en kötülerde gamlı baykuşu oynuyor. Kaleminize kağıdınıza sarılıyor. Elinizde tuttuğunuz grafitin samanla buluştuğu o yerde hep o duruyor. Ona değmeden yazamıyorsunuz. Yastık kılıfınıza tutuşturmuşlar adeta. Başınızı her koyduğunuzda yastığa, saç diplerinizden içeriye giriyor. Beyninizi ele geçirip, kemirmeye başlıyor düşüncelerinizi. İstediğini istediği gibi kırpıyor, kesiyor. Siz uykudayken bile o çalışıyor. Düşüncelerinize kılıf, kelimelerinize perde oluyor. Ne istediğinizi söyleyebiliyorsunuz ne de dilediğinizi düşünebiliyorsunuz.
Şüphe! Siz onunla ilgilenmediğinizde hayatınızda her zerresiyle.
Ya siz masaya koyup varınızı yoğunuzu, ona döndüğünüzde?
Yok olur şüphe!
“Sakın gözlerine bakma, kaybolacaktır baktığın anda.”
Onsuz olmaz bilirsin.
Şüphesiz şüphelerimi doğru çıkarmayacaktır;soruyor şüphe:
“Neye inanmak istersin?”

19 Kasım 2010 Cuma

LÜSYEN

Atatürk, dans etti Lüsyen’le… Tevfik Fikret ona edebiyat dersi verdi. İnönü, evlerinde satranç oynadı. Nazım Hikmet, sofralarında yemek yedi. Kimler yok ki, bu belgesel romanın sayfaları arasında: Mehmet Akif’ten Victor Hugo’ya, Damat Ferid’den Oscar Wilde’a, Yahya Kemal’den Hindenburg’a, Necip Fazıl’dan, Karındeşen Jack’e, Abdülmecid’ten Namık Kemal’e, Sultan Reşad’dan Talat Paşa’ya Geçen asrın en ünlü portreleri… Ve onların arasında bir çağ yangınının tam ortasında yaşanmış inanılmaz bir aşk hikâyesi…

Şimdiye kadar hiçbir kitap beni bu denli etkilememişti. Büyülendim adeta kitapla. Hayran kaldım Lüsyen'e Abdülhak Hamid'e. 5 Şubat'ta Zincirlikuyu da olacağım inşallah, Abdülhak Hamid ve Lüsyen in mezarları başında..

17 Kasım 2010 Çarşamba

Başta, Sonra..

Sanki içine düşmüşüm, düştüğümde burkulan ayağımın sızısı parmak uçlarıma kadar uzanmış. Hem parmak uçlarımı, hem ayağımı, hem bütün bedenimi kaplayan ince bir tabaka içinde çırpınmalarım boşuna. Tırnaklarımı batırıp yırtmaya yeltendiğim tabaka kendi derim oluyor bir anda. Acıyorum, kanıyorum ardından. Avuç içlerimi bastırıyorum yaralarıma; bana benden başkası iyi gelmiyor. Kendime sarılıyorum korktuğumda.
Oysa böyle olmayacaktı, böyle anlaşmamıştık en başta. Bu ne hüzün, bu ne karanlık dünya!

15 Kasım 2010 Pazartesi

Miyase'nin Kuzuları

Hayvanlar Dünyasından İnsanlık Durumları ve Dersleri

Üstün Dökmen bu romanda birebir yaşadığımız ve yaşam boyu karşılaşacağımız toplumsal ve psikolojik açmazları, hayvanların gözünden ve dilinden mercek altına alıyor; ne denli verimli ve yaratıcı olduğunu bir kez daha gösteriyor.

Olan bitenin hayvanlar üzerinden okura aktarılması, yaz sabahlarında sisler içinde kalan ovalar gibi buğulu ve büyülü bir atmosfer yaratıyor. Romanın sonunda bu sis dağılacak, belki çiy taneleri gibi birkaç damla yaş kalacak gözlerimizde…

Çok etkilendim, dediği gibi birkaç damla yaş kaldı gözlerimde..
Sıcacık, etkileyici, hareketli, ilginç bir romandı..
Okumanızı tavsiye ediyorum..

11 Kasım 2010 Perşembe

AY HIRSIZI

Sunay Akın  kitabı Ay Hırsızı’nda gözünü Ay’a dikiyor ve bir arkeoloğun sabrıyla kazıyor insanlığın ortak birikiminin üzerine çöken tozu toprağı… Ortaya çıkardığı bilgiyi şair duyarlığıyla ilmek ilmek dokuyor ve okurunu hayrete düşürecek öyküler bir bir diziliyor karşımıza.

Cervantes ve Mimar Sinan hangi caminin inşaatında buluştu?.. Enver Paşa’nın uçağı kaç kez düştü?.. Piri Reis’in haritası Topkapı Sarayı’nda nasıl bulundu?.. İstanbul Boğazı’nı yürüyerek geçen Attila Hülagü’nün sırrı neydi? 157 yıl yaşayan Zaro Ağa’nın Amerika seferi… Atatürk neden hiç uçağa binmedi?..

Kitabı çok beğendim, çok farklı anektodlar, inanılmaz rastlantılarla hayrete düştüğüm bir kitaptı.
İlgilenenlere öneriyorum, "Ay Hırsızı" mutlaka okunmalı..

Bir Akşamüstü

Güneşe karşı yürümek istiyorum bir akşamüstü. Güneşe yürümek, yolunda yürümek, üzerine yürümek istiyorum güneşin. Yakalayabilir miyim sıcaklığını bilmem; ama yolunda erimek istiyorum.
Önce yüzüme vursun ateş oklarını, bakamayayım yüzüne, başım öne eğik, ağır adımlarla yaklaşayım ona. Ardından tüm bedenimi ele geçirsin sıcaklığı, kemiklerime kadar insin, ısıtsın beni. Kavrulmaya başlayayım zamanla, tenimden ayrılsın içtiğim suyum, benimle kalayım; kapanmış gözlerim, esmerleşmiş tenim, susuz bedenim, kavrulmuş ruhum!
Ben çok üşüyorum…

9 Kasım 2010 Salı

YILDIZ TOPLAYICISI

Küçücük bir odada, ufak bir kız çocuğu yaşarmış. Odası; dünyasıymış. Odanın tavanında yıldızları, penceresinde; güneşi, ayı, duvarlarında; dağları, ormanları, denizleri varmış. Kız çocuğu en çok yıldız toplamayı severmiş. Biriktirdiği yıldızlarla koca bir galaksi kurmuş kendine, kendi gökyüzünde. Yıldızlarına hayranmış kız çocuğu, onları seyre dalarmış çoğu zaman, öyle mutlu olurmuş ki yıldızlarını izlerken, umurunda olmazmış; dönmese dünya, dursa zaman!
Bir gün bir yıldız koparmış gökyüzünden küçük kız. Öyle güzel öyle parlak bir yıldızmış ki gözleri kamaşmış ışıltısından. Odasına, diğer yıldızlarının arasına salıvermiş onu da. Ancak yeni gelen öyle çok ışık saçıyormuş ki diğer yıldızlar sönük kalmış yanında. Küçük kız çok şaşırmış bu işin nasıl olduğuna. Bakakalmış hayran hayran yeni yıldızdan saçılan ışığa.
Diğer yıldızlar kırılmışlar küçük kıza. “O gelince bizi unuttu, artık bizi sevmiyor” diye düşünmüşler. Birer birer kaymaya başlamışlar üzüntüden, küçük kızın gökyüzünden.
Yeni gelen de kendini suçlu hissetmiş olanlardan. “Ben geldim diye onlar gidiyorlar, oysa buraya ait olan onlar.” demiş kendince.
Küçük kız ne yeni gelenden vazgeçebiliyormuş ne de diğerlerinden. Hepsini öyle çok seviyormuş ve bağlıymış ki onlara. Küçük kız çok düşünmüş ve sonunda aklına bir fikir gelmiş. Yıldızları kaymasın diye hepsini birbirine bağlamış. Sonra tüm yıldızlarını yeni gelene tutuşturmuş. Artık hepsi bir aradaymış. En başta en çok parlayanı ve ardında diğer yıldızları… öyle uzun bir sıra olmuş ki yıldızlarından küçük kızın odasına sığmaz olmuş artık. Öyle göz alıcı bir parlaklık ki dışarıdaki ay kadar güçlü ışıldıyormuş. Küçük kız düşünmüş ve karar vermiş: yıldızlarını, eşi benzeri olmayan, birlikte dolaşan yıldızlarını dışarıya, dışarıdaki gökyüzüne tekrar salacakmış. Penceresini açmış ve en parlak yıldızını camdan gökyüzüne doğru uğurlamış. Ardından da diğer yıldızların gidişini izlemiş. Küçük kız, onlar giderken arkalarından özlemle seslenmiş: “ güle güle kuyruklu yıldızım, beni sakın unutmayın!”
Kim bilir…
Gökyüzünde dolaşan, tüm evreni büyüleyen kuyruklu yıldız belki de hala sahibesini arıyordur…

8 Kasım 2010 Pazartesi

Dev Olmak İstiyorum

Söylenmemiş sözlerim, okunmamış mektuplarım var diye başlamıştım ben yazmaya. Daha küçüktüm, sonra büyüdüm. Sözlerim, cümlelerim de büyüdü benimle. Şimdi hangimiz daha büyüksek o alacak diğerini içine.
“Bir silahım olmalı benim. Sürekli belimde durmalı. Her zaman yüksek olmalı topuklarım. Dimdik yürümeliyim. Hiçbir şey hiç kimse duramamalı önümde. Bazen görmemeliler bazen gözlerinin içine sokmalıyım kendimi. Gülmemeliyim kimseye. Kimse hak etmiyor çünkü benim gülmelerimi. Bana bile bırakmıyorlar beni. Susmalıyım daha çok. Günde beş cümleyi geçmemeli konuşmalarım. Yüksek sesle müzik dinlemeliyim her yerde. Kimseyi duymamalıyım. Kimse beni duymamalı. Yürümeliyim olabildiğince. Durmamalıyım. Hızlı olmalıyım. Heybetle kalkmalıyım oturduğum yerden. Rüzgar esmeli hızlıca; ama ben ondan daha sert olmalıyım, karşı koymalıyım ona. Hem dağılmalı saçlarım, hem de kapatmamalı yüzümü. Alnım açık yüzüm dik yürümeliyim. Bağırmamı yeğleyecekleri zamanlar olmalı. Öyle susmalıyım ki. Hiçbir şeyin ucundan tutmamalıyım, tuttuğumda kavramalıyım o şey her ne ise; düşmesi imkansız olmalı. Sağlam görünmeliyim. Kapı gibi demeliler arkamdan. Hükümet gibi sözlerini de duyabilirim. Bakmam yetmeli yıkmak için her şeyi. Ve her şey yıkılmalı. Adımlarım sarsmalı, ardımı tuz buz etmeliyim. Büyümeliyim daha fazla büyümeliyim. Taşmalı artık. Sığamıyorum bu bedene. Bana dünya dar. Fazlalıklar atılmalı dünyadan. Yeterince boş alan olmalı. Ben doldurmalıyım her yeri. Ben olmalıyım. Dev olmak istiyorum. Korkulan, kaçılan, yalnız bırakılan bir dev. Güzel ya da çirkin mühim değil. Gidilmeli bu dünyadan. Ardında kocaman izler bırakarak ve gitmeliyim buradan. Her şeyi yerle bir yaparak!”

7 Kasım 2010 Pazar

TSM DİNLEMEK

Türk Sanat Müziği dinlemek; dinleyip söylemek, hissetmek, yaşamak gibi. Bana kalırsa ayrıcalıktır Türk Sanat Müziği dinlemek.
İçim sıkılınca Türk Sanat Müziği dinlerim, kendimi iyi hissettiğimde de aynı. Korkmuşsam sığınağımdır hicaz makamı. Eğlencemin ritmi rastta gizlidir. Dostlarımla berabersem, tabaklara çarpan kaşık çatal seslerinin arkasından kulağıma fısıldar neva makamı. İnsan her zaman iyi olmaz olamaz elbet bilirim, ama iyi olmaya meyletmediği zaman da olur, onu da bilirim, küçek makamıyla sarılırım kabuklarıma yaralarıma bassın kanatsın diye. Belki o zaman dökülen kanımla rahatlarım, hüseyni ile durulup, puselik ile güç bulurum… Türk Sanat Müziği dinlemek ayrıcalıktır, bilmem Necip Fazıl da dinler miydi; bulmuş muydu biricik meselesinin yongasını, sonsuza akarken rehavi mi çınlamıştı kulaklarında?

YOK

Yok diyorum işte.
 Yok böylesi.
 Ne duygusu , ne hissi.
Mutluluk dediğinizi bağladığınız ipin ucunda sallanmaktır sizinki.
 Ben yok derim buna.
Yok bende öylesi.
 Yalıtılmış bir oda belki benimki.
 İçeri giremeyenler ve dışarı çıkamayanla var olan.
Kapısında onlarca kilit.
 Değil o kilitleri açmaya zorlamak; yanına bile yaklaşmıyorum.
Ki yaklaşamıyor kimse.
Ruhsuz duygusuz olmayı yeğlemişim ben burada.
 Ne bekleyiştir bu kutlu zamanı , ne sevmeyiş, ne de unutulmamış.
 Anlamsızlığıyla bütün olmuş.
 Anlamını bulmuş.
 Banadır kahrı çilesi , kimseye dokunmaz sillesi.
Sesim çıkmayacak ta ki yıkılana kadar bu duvarlar.
Üstüme düşsün , ezileyim , boğulayım varsın ne yazar.
 İmdat ki ; kimedir bu çığlık:
Yeter, kurtar!

5 Kasım 2010 Cuma

Meşk Ne Demek?

“ Meşk olmayınca aşk hiç yürümüyor.” Diyor şarkıda. Ne demek bu meşk diye takıldım. Anlamını araştırmaya kalktım kendi çapımda ve içinde buldum kendimi. Meşk etmek! Yazı ve müzikteki anlamı; bir şeye alışıncaya kadar yapılan alıştırma imiş. Yazı ve müzik dersi olarak geçtiği yerler de var. Yazı ve müzik. Meşk. Meşk ediyormuşum haberim yokmuş.
Şimdi anlamadığımsa aşk ve meşkin neden yan yana kullanıldığı. Ben çabalıyorum bağdaştırmaya ama aşk ve ders yan yana nasıl bir bağlamda duruyorlar acaba? Hem neden meşk olmayınca aşk yürümüyormuş? Aşk bağımsız değil midir ki? Aşk olunca denmez mi asıl, aşk olunca olmaz mı tüm olmazlar. Yapılmaz mı tüm yapılamazlar!
Çok duygusalsın be Gamze, az biraz dur, bırak kendi haline. Hani durmuştun sen, şimdi bu coşmak niye?

Ben Olmaktan Çıkınca

Şimdi tekrar ben olabilmek için ne yapmam lazım..
Zayıf mıydı bu kadar kişiliğim benlikten ben olmaktan ne de kolay çıkabildim…
Beni nerde bıraktım şimdi kimim…
Nerde eski hallerim ..
İçten gülümsemem nerde gerçekten mutlu olmalarım…
Şimdi yaşadıklarımın hepsi ya yalan ya da bir rüya olmalı..
Ben bu değilim olamam ki..
Nerde durmam gerek nereye yürümeliyim..
Yolumu kaybetmek değil bu yolum yok artık…
Ve en acısı ne seni suçlayabilirim tüm bunlar için ne de bir başkasını..
Ben yaptım ben yarattım tüm bu olanları..
İçimi acıtsa da yaşananlar yaşadıklarım, benim işte
Hepsi benim eserim..
Ya durmalıyım mola vermeliyim nefes almaya..
Ya da dönmeliyim en başa..
Ama bu sefer yalvarırım ,,,
Sen olma hayatımda…

3 Kasım 2010 Çarşamba

"ESKİ"

Zordur geçmişle eskiyle savaşmak..
Benim için daha zor. Çünkü hem kendi geçmişimle hem seninkiyle harpteyim. Benimki yakamı bırakmış gitmiş, çekiştirdiği yerlerin sızısı kalmış geriye..
Şimdi yavaş yavaş kurtuluyorum onlardan da.. ne izi kalsın istiyorum ne sızısı ne de herhangi bir yansıması.. uğraştım bunca zamandır.. çoğu gitti , yolun yarısı çoktan bitti, bir kulaçtan sonra karadayım ben..
Ama sen, ama sen…
Seninkiyle baş etmek daha zor  benimkinden .. ulaşamıyorum ki derindeki sana.. bir görünüp bir kayboluyor.. tam yakaladım derken, geçmişin geliyor gözümün içine baka baka , sırıta sırıta alıp seni götürüyor benden.. her defasında onca zırhı kuşanıyorum üstüme bu sefer alamasın seni diye… ama hep aynı son, hep aynı…
Seninkiyle uğraşmak benimkinden beter be adam.. ben üzülsem de duymazsın duyurmam..ama sen üzülünce duruyor bendeki zaman.. kalk diyorum kendime, bir şey yap üzülmesin, acı çekmesin yine.. kimse gelip incitmesin, kandırmasın sözleriyle..
Eskiyle savaşmak zordur..
Seninkiyle daha zor.. kendimden geçtim artık ama ; şu sendeki eskiyi gel de bana sor!

2 Kasım 2010 Salı

Korkuluk

Öğrencim, İrem Çınar' ın empati çalışması. İrem 9 yaşında, 3. sınıf öğrencisi.. Yazmayı çok seviyor. Kendini bir korkuluğun yerine koyduğu yazısı..
Ben bir korkuluğum. Yağmur yağdığı için çok üşüyorum. Keşke ben de eve girip ıslanmasam, keşke. Yürüyemiyorum bile yürüyor olsaydım, kendime sığınacak bir yer bulurdum. Düğmeli gözler, yapma ağız, yırtık eski püskü elbiseler hoşuma mı gidiyor zannediyorsunuz? Hayır !
Zanneden varsa, cevabım; hayır! Her zaman kargalar üzerime konup beni rahatsız ediyorlar. Keşke rahatsız etmeseler. Benim dünyada en büyük dileğim, yürümektir. Başka şey de dilemem ki, eğer elime bir fırsat geçerse yürümek isterim. Şimşekler keşke çakmasa, yağmur yağmasa, hep güneş açsa, ama öyle şeyi anca rüyamda görürüm ben. Ama benim rüyam da yok ki! Hadi bay bay, beni yalnız bırakın…

1 Kasım 2010 Pazartesi

Ne Mi Yapıyorum?

Eğer bir yerinden tutunuyorsanız hayatın, gerisini akışına bırakın. Slogan gibi oldu ama öyle. Elimden geldiğince öyle yapmaya çalışıyorum ben. Çünkü her an bir diğeriyle aynı olmam mümkün değil. Her an canımı sıkacak ya da mutlu edecek bir şeyler bulabiliyorum. Hatta bazen aynı şey; bir an canımı sıkarken, bir an keyif veriyor. Öyleyse diyorum Gamze, hemen koyvermeye ya da kapılmaya gerek yok, anı yaşa bakalım. Bazen öylece duruyorum, durduğumda fark ediyorum ki her şey çok hızlı oluyor, başımı döndürüyor tüm bu karmaşa. Nasıl dayanıyormuşum diyorum hatta; içindeyken ben de.
Durma zamanı! Şimdi biraz duruyorum. Bırakıyorum aksın gitsin her şey kendiliğinden. Elimi bile sürmeyeceğim şöyle olsun, bu tarafa doğru aksın, buna karışsın, bunu ayırsın, onu almasın, şununla kalsın, umurumda değil şimdi. Bıraktım. Kendileri bulsunlar yönlerini…
Şimdi anlarım var benim. Hepsi de yepyeni. Eskimiyorlar hiç. Her birinin ardından hemen diğeri… Masamın üzerindeki her şeyi fark edebiliyorum şimdi. Kullanmadığım kalemimin varlığını unuttuğumu şimdi fark ettim. Ellerim oldukça büyükmüş benim. Biri bana sesleniyor ve sesi  ne kadar da naif…
Ben durdum, varsa isteyen, devam etsin peşimden!